top of page

Sinan Yıldırmaz: “Almanlar yenildiği için biz de yenildik” miti daha sonra üretilmiş bir durumdur

“Almanlar yenildiği için biz de de yenildik”. Eski ama sürekliliği olan bir klişe. Popüler kültürde ve sosyal medyada kendine hala yer bulan, günümüzde çoğu zaman mizahi bir unsur olarak kullanılan, ancak zihinlerde halen daha doğruluk izlenimi oluşturan bu mitin nasıl oluştuğunun ve bunca süredir kendini nasıl var etmeye devam ettiğinin peşine düştük. Bu konu hakkında doyurucu bir akademik çalışma yapan İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyasi Tarih Ana Bilim Dalı’nda akademik çalışmalarını sürdüren Dr. Öğretim Üyesi Sinan Yıldırmaz’a başvurduk ve kendisine konu hakkında merak edilenleri sorduk. İyi okumalar dileriz.

Hocam konuya direkt ortadan girmiş gibi oldum ancak nedir bu “Almanlar yenildiği için biz de yenildik” mitinin ortaya çıkış hikayesi? Aslı astarı var mıdır bu durumun?


Aslı astarı yok elbette. Olgusal anlamda böyle bir gerçeklik de söz konusu değil. Baktığımızda genel klasik tarih kitaplarında Birinci Dünya Savaşı’nın nasıl sona erdiğine ilişkin yerlerde bu bahis geçiyor. Nasıl sonuçlandı ve neden böyle bitti kısmında. Birinci Dünya Savaşı’nın kendisiyle de bağlantılı bir mesele bu aslında. Çünkü bu savaş sonuçları itibariyle sadece Osmanlı Devleti için değil savaşa katılan bütün devletler için bitmek zorunda kalan bir savaştı. Biz tarihçiler genelde Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nı bütünlüklü bir savaş olarak düşünürüz. Bitmeyen ve barış temeli kurulamayan bir savaşın yeniden başlamasıdır İkinci Dünya Savaşı. Farklı ideolojik akımların geliştiği, milliyetçilikten sonra faşist ideolojilerin yükseldiği, farklı yayılımcı ve emperyalist bir akımın geliştiği bir süreçle birlikte İkinci Dünya Savaşı ortaya çıktı. Bir de Birinci Dünya Savaşı’nın en olumsuz yönlerinden bir tanesi meşruiyeti iyi kurulmamış bir savaş olması. Savaşın neden başladığına ilişkin çok anlamlı bir açıklama sonradan dahi ortaya konamamıştır. Zaten 19. yüzyıl sonu itibariyle Alman milliyetçiliği, Fransız milliyetçiliği, Rus milliyetçiliği nedeniyle ülkeler arasında bir gerilim söz konusuydu. Bunun sonucunda bir kıvılcımla ortaya çıkan çatışmalı hal başladı. Ancak insanlar neye karşı savaşıyorlar, kime karşı savaşıyorlar? Bu soruların yanıtları oldukça muğlak. O dönemde herkes savaşın bir iki ay içerisinde biteceğini öngörüyordu. Dört yıl gibi uzun süre devam edecek bir savaş beklenmiyordu. O yüzden de savaşın başlangıcı da bitişi gibi muğlak oldu. Toprak kayıpları ve kazananlar arasındaki duruma bakıldığında savaşın başlangıcıyla sonucu arasında devasa bir fark olmadığını görüyoruz. Bu anlamda mesela Batı Cephesi’ndeki savaşlarda aylar süren çatışmaların ardından bir adım ilerlenemeyen ve kazanım elde edilemeyen savaşların olduğunu görüyoruz. Savaşın bitişi de bu anlamda aceleye gelmeye başlıyor. Tabii ki 1916-17 yıllarına bakıldığında Almanların yenilmeye başlaması, bağlantı yollarının kesilmesi meselesi gibi olaylar gerçekleşiyor. Ama asıl mesele ise Bolşevik Devrimi ile birlikte savaşın başka bir eksene kayması. Zamanla savaşın motivasyonu ve meşruiyeti iyice sorgulanmaya başlanıyor, haliyle egemen ülkeler tarafından savaşı bir an önce tamamlama tavrı gelişiyor. Çünkü savaşacak insan motivasyonu kalmıyor. Asker kaçaklarındaki artış ve grevler bu dönemde fazlalaşıyor, bazı ülkelerde devrimler gerçekleşiyor vs. O yüzden savaşın nasıl bittiği ve kimin yendiğine dair genel literatürde de bir boşluk var. Sadece Osmanlı’ya özgü bir durum değil bu. Daha sonra Almanya’nın faşizme giden sürecinde de bu muğlaklık önemli hale geliyor. Çünkü Almanlar da orda yenilmediklerini söyleyecek. Bu açıdan baktığımızda İngiltere, Fransa açısından dahi kazanımların az olduğunu görüyoruz. Savaştan sonra bu ülkeler dahi kendi içlerine çekilecekler. Böylece aslında Birinci Dünya Savaşı devam eden bir çatışmalı süreci başlatacak. Bizim coğrafyamız açısından bu savaşın devamı ise Milli Mücadele. Türkiye üzerinden baktığımızda Birinci Dünya Savaşı tam anlamıyla bitmemiş, yenilginin oluşmamış olduğu ve bunun ardından yeni bir savaşlar dizisi yoluyla devam ettiği düşüncesi oldukça yaygın. Bizim genel tarih yazımında da Avrupa tarih yazımında da barışa ulaşmayan bu çatışmalı halin getirdiği ruh iklimiyle de çok alakalı bu yenme ve yenilme hikayesi. Bulgaristan’ın savaştan çekilmesi, Osmanlı ile Almanlar arasındaki bağlantının kopmasına neden oldu. Bu kopukluktan önce Almanya’da bu mütarekelerin ve antlaşmaların imzalanmasından önce yapılan bir toplantı var. Talat Paşa’nın da katıldığı bu toplantıda savaşı bırakıyor muyuz yoksa devam ediyor muyuz soruları üzerine tartışılıyor. Netice itibariyle de Osmanlı savaştan çekildiğini açıkladı. Almanya ise en son çekilenlerden biri oldu. Bu açıdan olgusal düzeyde baktığımız zaman dahi Osmanlı’nın Almanlar'dan önce savaştan çekildiğini söyleyebiliriz. Zaten hikayenin “Almanlar yenildiği için biz de yenildik” kısmı çok daha sonra üretilmiş bir durumdur. Genelde “müttefikler yenildiği için biz de yenildik” algısı ağır basıyordu.


Yeni kurulan Türk ulus devletinin “Almanlar yenildiği için biz de yenildik” mitinin oluşmasına etkisi nedir?


Aslında tam anlamıyla bu yeni ulus devleti kuracak savaşla yani Milli Mücadele ile bağlantılı. Biraz önce dediğim gibi, Birinci Dünya Savaşı’ndaki antlaşmaları ya da yenilgiyi kabul etmeyen eski kadrolar(İttihatçılar ya da M. Kemal’in etrafında oluşmuş hareket) Birinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasını kabul etmeyip, o statükoyu reddederek revizyonist bir müdahalede bulundular ve savaşın devamı yönünde bir çabayı başlattılar. 1919’da başlayan girişim hızlanarak Ankara’da meclisin açılmasıyla ve düzenli orduyla birlikte Birinci Dünya Savaşı Osmanlı cephesi için devam etti. Bu devamın sonucunda yeni kurulacak Cumhuriyetin kazanılması bir anlamda savaşın Türkiye için kazanımla bittiğinin ispatı haline geldi. Cumhuriyetin kuruluş meselesinde bu çok açık bir şekilde ders kitapları ve diğer kitaplarda yazıldı. İlk başta Türk Tarih Tezi ve yeni tarihsel kurgu üzerinden yeni bir tarih anlayışının geliştirilmesinin ardından çıkarılan kitaplarda açık bir biçimde Osmanlı heyetinin basiretsizliği ve Türk milletinin başarılarından oluşturulmuş bir hikaye tanımlanmaya başlandı. Bu ilk dönem tarih ders kitaplarında gördüğümüz asında milletin hiçbir şekilde yenilmez olduğu, sadece başındaki yöneticilerin basiretsiz veya komutanlık erdemine yakışmayan davranışlar gösterirlerse yenilebileceği algısı üretildi. Bu da ordu-millet ya da Türklerin Orta Asya’dan beri süregelen asker niteliği üzerine yapılan vurguyla bütünleşen bir vurguyla yeni kimliğin oluşmasına yol açtı. Türk kimliğinin asker ve millet arasındaki eşliğine katkı yapan ya da oradan beslenen bir hikayeyle bu yazım başladı. Aslında bakıldığı zaman Milli Mücadele döneminde de daha önceki savaşlarda da çok uzun süreli bir savaş yaşandığını ve halkın bu savaştan çok yıprandığını söyleyebiliriz. Milli Mücadele döneminde en çok uğraşılan dertlerden bir tanesi de insanların savaşlardan uzak durmaları. 1912 Balkan Savaşları’ndan başlarsak neredeyse on yıl aralıksız süren bir savaş dizisi söz konusu. Bu savaşlar Anadolu coğrafyasındaki milletlerin niteliğini, savaşma isteklerini vs. ortadan kaldırmış durumda. Bu yüzden milletin özüne ilişkin özcü tanımlamaların daha sonradan bu yazıma katıldığını, gerçekle de çok fazla örtüşmediğini söylemek mümkün. Buradaki tanımlama tarihsel gerçeklikten öte ideolojik bir tanımlama.


Hocam az önce bu konuya biraz değindiniz ancak ben biraz daha bu konuya ağırlık vermek istiyorum. Tarih kitaplarıyla birlikte tarih öğretmenlerinin bu mitin oluşmasına etkisi nedir? Okul kitaplarında bu durumu açıkça ifade eden bilgiler yer alıyor mu?


Net bir şekilde “Almanlar yenildiği için bizde yenildik” gibi bir ifade ders kitaplarında yok. Ancak buna dönük hissi yaratacak çok fazla veri var. Asıl olarak dikkat çekilmesi gereken nokta ise öğretmen yani aktaran faktörü. Derslerin bu meselenin nasıl işlendiği konusunda çok fazla verimiz yok ama dönemin yükselen hakim ideolojisiyle bağlantılı biçimde bunun vurgulanmış olduğunu tahmin etmek gerekiyor. Örneğin; 1950’lilerde Kore Savaşı ve ardından gelen dış güçlere karşı savaşın bir kurucu ideoloji gibi tanımlandığı dönemlerde ders kitaplarından bu unsurun, Türklerin yenilmezliği ve savaşlardaki başarıların abartıldığını söyleyebiliyoruz. Yine 1970’lerde Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde yer alan ders kitaplarında o dönem yükselen bu ideolojiyle birlikte yine bu yenilmezlik vurgusunun baskın olduğunu görebiliyoruz. 1980 sonrası kitaplarda Kürt çatışmalarının yaşandığı, yoğun çatışmalı bir ortamın ve 1980 darbesiyle birlikte militarizasyonun artmasıyla birlikte yine asker-millet-devlet eşliğinin yükselmesiyle karşılaşıyoruz. Yine aynı söylemin derslerde ve bu yorumlarda hakim olduğunu görüyoruz. Ben makalemde(Almanlar Yenildiği İçin Biz de Yenildik Sayıldık: Bir Mitin İzini Sürmek) de bunları bir şekilde gruplandırmaya çalıştım. Benzer kavramları aynı yere koymaya çalıştım. En temelde 1950’lerde “müttefikler yenildiği için” diyerek açıkça bu konudan bahsediliyor. “Osmanlı Devleti ve bağlaşıkları yenilmişlerdi. Osmanlı’da onların yanında savaştığı için yenilgiyi kabul etti” ya da “Osmanlı büyük başarılar kazanmıştı ama müttefikler mağlup oluşu yüzünden başarılar sonuca etki etmedi” gibi doğrudan vurgular var ders kitaplarında. “Almanlar yenildiği için biz de yenildik” klişesine varmak için ise sadece biraz yorum gerekli. En büyük müttefik kim? Almanlar. Yükselen güç, II. Abdülhamid döneminden beri iyi ilişkiler var, bu ilişkiler İttihat ve Terakki döneminde daha da gelişiyor ve bu dönemde Almanlar komutanlık düzeyi dahil birçok noktada yardımcı olacaklar. Aslında algı olarak Milli Mücadele sürecinde görülmeyen bu uluslararası müdahale Birinci Dünya Savaşı’nda asıl yenilgiyi getirecek şey haline getirecek. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların Osmanlı ordularının başında komutanlık yaptı. Buradan yola çıkarak şöyle bir yabancı düşmanlığına da varılabiliyor: Alman komutanlar yüzünden mağlubiyetler yaşandı. Ancak Çanakkale Savaşı bahis olduğunda Almanlar’dan çok fazla bahsedilmez. Ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün kendi bulunduğu bölgedeki başarıları daha ön plana çıkartılır ki o da Milli Mücadele’ye doğru gelişen bağlantıları oluşturuyor. Ders kitaplarında esasen bunlar anlatılıyor. Sarıkamış ve Hicaz Cephesi’ndeki yenilgiler çok fazla ön plana koyulmuyor ama Çanakkale ayrı bir başlık ve cephe olarak çok uzun boyutlu anlatılıyor ki Çanakkale temelde bir saldırı savaşı değil savunma savaşıdır. Bu süreçle Milli Mücadele çok birbirine eklemlenmiş durumda. Şu an çıkın ve sokakta sorun büyük çoğunluk Çanakkale Savaşı’nı Milli Mücadele döneminde yaşandığı yönünde cevap verecektir. Bunda da ders kitaplarının ve ders anlatıcılarının payı büyüktür.


Nasıl oluyor da hiçbir ders kitabında doğrudan geçmeyen bu iddia sosyal medya ve popüler kültürde kendisine halen daha belirli bir formda bir yer bulabiliyor?


Esasen bu durum başka bir etkiyle bağlantılı. Makalemde de etraflıca değindiğim “arkadan vurma” mitiyle bağlantılı bir boyuta sahip. Yani aslında Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların yenilmesinin sorumluluğunu tanımlamak için Almanya’da ortaya çıkan söylemlerden bir tanesi. Özellikle Yahudiler, Komünistler ve onların işbirliği sonucu Almanların yenildiği yönünde bir tanıma yol açmıştır. Bugükü politik konjonktür düşünüldüğünde, daha doğrusu 1980 sonrasından başlayarak uluslararası camiayla Türkiye’nin kurmuş olduğu ilişkiyle bağlantılı bir güvensizlik ilişkisini de tetikliyor. Bu “arkadan vurma” miti bugün hala başka düzeylerde bizde devam ediyor. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” söylemi ile karşımıza çıkıyor. Bu durum devamında daha farklı uluslararası komplo söylemleriyle iç içe geçmeye başlıyor. Aslında baktığımızda ülkedeki herhangi bir toplumsal ayaklanma, muhalefet, yenilgi ya da yöneticilerin basiretsizliğini ya da başarısızlıklarını uluslararası bir komployla bağlantılandırma ilişkisinin bir boyutu. “Almanlar yenildiği için biz de yenildik” komplo mitinin uzun süreli tarih içerisinde yer alma hallerinden bir tanesi. Bir ittifaklar sisteminin sonucu olarak tanımlandığı için, aslında Türkiye ittifakın parçası olarak Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiştir. “Milli Mücadele’de ise kendi bağımsız savaşını verdiği için yenmiştir” sözü bu özcü söylemi çok kuvvetlendiriyor. Bu da BM, AB vs. gibi herhangi bir uluslararası örgütleme içinde güvensizliği tetikleyen bir yerde duruyor. Mizahi olsa bile bu mitin sürekli kullanılması, insanların aklında yer etmesi sürekli bu arkadan vurma durumunun devam ettiğine yönelik algının sürekliliği ile bağlantılı. Tabi burumu tetikleyen farklı durumlar da söz konusu. Osmanlı Devleti’nin dağılış süreci, yeni ulus devletlerin kuruluşuyla birlikte eskiden hakimiyet altında tutulan milletlerin kendi ulus devletlerini kurarak bir şekilde Osmanlı’yı arkadan vurması durumu da bu algıyı tetiklemiştir. Ardından Arapların arkadan vurma hikayesi geliyor. Mekke Şerifi Hüseyin’in giriştiği faaliyetler ve orada çıkan ayaklanmaların getirdiği bir boyut var. Burada hep “biz” kavramı üzerinden tanımlanmaya çalışılan bir benlik durumu söz konusu. Tabi Osmanlı mevzubahis olduğu zaman buradaki “biz” kavramı çok oynak bir kavram haline geliyor. Süreç içerisinde de zaten “biz”deki değişkenlik daha belirgin ve kısıtlı hale geliyor. II. Abdülhamid buna İslamcılık diyecek, sonra Türkçü “biz”ler ortaya çıkacak ve “biz”in niteliği de farklılaşmaya başlayacak. Bu durum diğer imparatorluklarda da benzer bir yapı içerisinde gelişti. Genellikle bu “biz”in tanımlanmasındaki oynaklığı görmeden, göz önünde bulundurmadan sürekli bir ihanete uğradığı hissini geliştiren bir ideolojik bakışla kendini var etmeye çalışacak. Bu var etme süreci de günümüze kadar çeşitli boyutlarda kendine hayat buluyor bir şekilde.


Hocam hazır “biz”in tanımlanmasına söz gelmişken bu konuyla ilgili de merak ettiğim bir konuya değinmek istiyorum. Milli Mücadele sonrası Cumhuriyet döneminde oluşturulan sizin de bahsettiğiniz “biz”in yenilmezliği iddiası günümüzde halen üzerinde durulan bir mevzu mudur?


Elbette bahsi geçen “biz” algısının devam ettiğini söylemek mümkün. Türkiye’deki iktidarlar kendi dönemlerinde “biz” tanımlamasını farklı şekillerde kurdu. Bugünkü mevcut iktidar kendi “biz”ini kurduğu gibi bundan önceki iktidarlar da benzeri şekilde kendi “biz”lerini kurma gayreti gösterdiler. Kemalist dönemin tekleştirici “biz”inin içerisinde daha Müslüman daha Türk bir “biz” olduğunu söyleyebiliriz. Aslında orada gayrimüslimleri dışarıda bırakan bir “biz” tanımı söz konusu. İttihat Terakki döneminden taşınan bir “biz” tanımlamasının mirası aynı zamanda bu tanımlama. Tabi kayıplarla, tehcirle, mübadeleyle, toprak yitimleriyle gittikçe daralan bir “biz” tanımı. Bugün ise politik olarak oluşturulmaya çalışılan bir “biz” tanımı söz konusu. “Ya bendensin ya da bana karşısın” şekliyle tanımlanabilecek bir yaklaşımın uzantısına doğru bir gidiş de var açıkçası. Bu dönem yani 2000’lerin başlarında başlayan, daha çok popülizmle tanımlanan Orban, Silvio Berlusconi şu dönemde Trump bizde ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ifade edilen bu popülist zincir kendi etrafında iktidarını sağlamlaştırmak adına aynı “biz” tanımı üzerinden hareket ediyor. Her ülkede görüldüğü gibi bir karşı düşman tanımlaması bu “biz” tanımlamasının içine eklemlenebiliyor. Bu nedene bu komplocu düşünce yapısının devam ettiğini rahatça söyleyebiliyoruz.


Anlattıklarınıza göre yakın geçmişe kadar “zorunda bırakıldı” anahtar kelimeleri üzerinden bu mitleştirilme devam etmiş durumda. Peki günümüz tarih kitaplarında bu süreç nasıl ele alınıyor?


Çok iyi diyebileceğimiz şekilde son dönemdeki ders kitaplarında böyle bir atıf yok. Doğrudan savaşın sonucu itibariyle Osmanlı’nın yenilmiş olduğu ifade ediliyor. Son dönemdeki ders kitapları bu açıdan işi normalleştirmiş ve kaybı kabullenmiş durumda. Tabi Çanakkale’ye diğer yerlere göre daha fazla yer ayrılıyor ancak nihayetinde Birinci Dünya Savaşı meselesi olarak diğer cephelerle birlikte Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedildiği açıkça vurgulanıyor. Ben burada bu dönüşümün yaşanmasındaki en temel sebeplerden biri olarak bu ortak “biz”in ortadan kaybolmasını görüyorum. Daha doğrusu “Almanlar yenildiği için biz de yenildik” lafının artık kurucu bir öğe niteliğinin kalmadığını düşünüyorum. O yüzden de bir dalga konusu olması, artık sosyal medyada insanlar arasında, popüler kültürde bir dalga konusu haline gelmesi aynı zamanda kurulması istenilen “biz”e de zarar veren bir etkiye sahiptir. Bir şey hakkında çok fazla dalga geçerseniz aslında onun popülerleşmesini engellersiniz. Literatürde “taçsızlaştırma yoluyla iktidarsızlaştırma” ya da “aşağılayarak iktidarsızlaştırma” olarak tanımlanıyor bu durum. Aşağılayarak iktidarsızlaştırma şöyle bir şey esasen; iktidar olan zihniyet kendisine alternatif olarak gelişebilecek ideolojiyi ya da toplumsal yaklaşımı sadece fikri olarak eleştirmekle kalmayıp onu mizahi ya da kötücül bir yerde tanımlayarak beğenilmemesi gereken bir şey olarak göstermesidir. Böylece onu iktidarsızlaştırır. İktidarı elde edecek gücü tanımlayamayacak bir şey haline getirir. Bunu 1950’ler üzerine yaptığım bir çalışmada antikomünizm meselesinde çok net bir şekilde görmüştüm. O dönemdeki antikomünist literatürde çok ilginç kavramlar kullanılır. Mesela bir gazetede şöyle bir kavram vardı; “geçen gün salak ve sapık beş komünist yakalandı.” Herhangi bir ideolojiye veya düşünceye salak ya da sapık demek anlamsızdır aslında baktığınızda. Ancak etki gücü fazla olan mecralarda salak ya da sapık gibi kelimeleri kullandığınızda o ideolojinin ne olduğunun hiç önemi olmadan onun benimsenmemesini sağlar. O fikre dair yaklaşımı baştan engellemiş oluyorsunuz. Bu işlev üzerine konuştuğumuz mesele üzerinde de geçerli. “Almanlar yenildiği için biz de yenildik” mitini siz de bu şekilde mizahi bir yapı içerisinde kullanırsanız o dönemdeki “biz”i kurma halini ortadan kaldırıp işlevsizleştirecektir.


Hocam değerli paylaşımlarınız için çok teşekkür ederim.


Umarım yararlı olur, ben teşekkür ederim.

Comments


bottom of page