Osmanlı'da Bağnaz Bir Grup: Kadızadeliler Hareketi
- Editör
- 1 Nis 2022
- 12 dakikada okunur
Selefi bir dünya görüşüne sahip olan, Türk tarihinin en tutucu ve bağnaz dini hareketlerinden biri olan Kadızadeliler hareketi, Kuran ve Sünnet dışında olan her türlü gelişmeye tutucu bakan, aklın ön plana çıktığı pozitif bilimleri reddeden, asrı saadet olarak adlandırılan dönemin tekrar yaşanması hedefinde olan bir grup olarak karşımıza çıkmaktadır. Sünneti Hz. Peygamberi anlamak yerine taklit etmek olarak gören, devinim halinde bulunan içtimai süreçleri göremeyen, var olunan zamandan bağımsız düşünceler geliştiren Birgivi Mehmed Efendi önderliğinde oluşan bu hareket, Osmanlı sarayına kadar sirayet ederek halk ve devlet nezdinde huzursuzlukların çıkmasına neden olmuştur.

17. yy.da Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal bunalımlar içerisinde ortaya çıkan Kadızadeliler, bir vaizler ve fakılar grubunun ön ayak olduğu dini ve toplumsal bir hareketi ifade eder. 17.yy.da reddiyeci bir tavırla ortaya çıkıp Türk tarihinde ilk defa dinde tasfiye hareketi başlatan Kadızadeliler, çoğunlukla fakih (fıkıh bilgini, halk arasındaki deyimiyle fakı) ve vaizlerden oluşmaktaydı. Bunlar güya dini hurafelerden temizleyerek ıslah maksadıyla ortaya çıktıklarında hitap ettikleri çevre, genellikle iyi eğitim görmemiş ve İstanbul’a sonradan yerleşmiş taşralı ve esnaf kesimidir.
Kadızadeliler hareketinin en güçlü ve faal oldukları dönem, çocuk yaşta tahta çıkan IV. Murad, Sultan İbrahim ve IV. Mehmed zamanlarıdır. 16.yy.ın sonlarından itibaren, Kızılbaşlar üzerindeki baskının doruk noktaya ulaştığı bu dönemde Osmanlı Devleti, içerde Celali İsyanları, dışarda uzun süre devam eden Avusturya ve İran savaşları ve bunların sebep olduğu siyasi, sosyal ve ekonomik buhranlarla sarsılmaktaydı. Aynı zamanda Venedik filosunun Çanakkale Boğazı’nı tutması, Osmanlı donanmasının mahvolması, İstanbul halkında büyük bir korku yaratmış, fakılar da bu durumu çok iyi istismar etmişlerdi.
Osmanlı aydınları devleti bu sarsıntılardan kurtarmak için çeşitli rapor ve kitaplar yazarlarken, dönemin en etkili cemaati olan Kadızadeliler de bu buhranların sebebini toplumun ve devletin dinden uzaklaşmasında ve Peygamber zamanında olmayan birçok uygulamanın yani bid’atın dine sokulmasında arıyordu.
Hareketin Fikri Altyapısı
Kadızadeliler hareketi, İslam tarihinde eskiden beri tartışıla gelen ve zemin ve şartları oluştuğunda gün yüzüne çıkan iki önemli meselenin, tekke-medrese (şeriat-tarikat) ihtilafı ile bid’at sorununun Osmanlı tarihinin bu sancılı dönemindeki tezahürlerinden başka bir şey değildir. Kadızadeliler, bir bakıma Selefiler veya Ehl-i hadis olarak bilinen İbn Teymiyye (ö.1328) mektebinin mirasçıları sayılabilir. Selefi düşüncenin en büyük temsilcisi Hanbeli mezhebinin imamı Ahmed İbn Hanbel idi. Sonraki dönemlerde Hanbelilerin en önemli temsilcisi ise şeriat-tarikat tartışmalarında öne çıkan İbn Teymiyye olmuştur. Hanbeli mezhebi içinde başlattığı hareket, 13.yy.da Moğol istilasının Ortadoğu’da büyük siyasi ve içtimai buhranlara sebep olduğu döneme denk gelmişti. Sufilerle fakihler arasındaki gerginliğin sadece dini sebeplerden kaynaklanmadığını bunda siyasi nedenlerin de rol aldığı görülmektedir. Tekke ve medrese arasında süren bu gerginlik, sûfîlerin bid’atçı ve kâfir olarak itham edilmelerine meşru bir gerekçe olmuştur.
Selefi düşünceye dayanan bu hareketin görünürdeki hedefi, Peygamber zamanındaki (Asr-ı saadetteki) İslam anlayışını topluma ikame etmek, diğer bir ifadeyle Kuran ve Sünnet dışındaki bütün yenilik ve uygulamaları kaldırıp saf ve orijinal İslam anlayışını toplumda ve devlet kademelerinde yerleştirmek olarak özetlenebilir. İslam tarihinde tasavvuf ve tarikatlara karşı en sert muhalefeti yapan İbn Teymiyye, bu konuda Kadızadelileri de etkilemiştir. Ancak Kadızadeliler fikri plandaki bu düşüncelerini hayata geçirmeye çalışmış, siyasi ve sosyal zemini müsait bulunca tekke ve mensuplarına savaş açacak kadar işi ileri götürmüşlerdi.
Kadızadelilerin fikri seviyedeki lideri, İbn Teymiyye mektebinden etkilenen Mehmed Birgivî’dir (ö.1573). Onun en çok okunan eseri Türkçe bir ilmihal kitabı olan Risale-i Birgivî (Vasiyetname)’dir. Bu hareket, adını ünlü vaiz Kadızade Mehmed Efendi’den (ö.1635) almıştır. Birgivî’nin etkisinde kalmış olan Kadızade Mehmed Efendi, Balıkesir’den İstanbul’a gelerek asıl şöhretini burada kazanmıştır. Selatin camilerinde verdiği ateşli vaazlar kalabalıkları topluyordu. Kâtip Çelebi, bu softa zihniyeti eleştirirken, Fatih Camii’ndeki vaazlarını dinlediğini kaydeder. Babası kadı olduğu için Kadızade lakabıyla anılan Mehmed Efendi’de de selefi düşünce hakimdir.
16.yy.ın sonlarında Mehmed Birgivî ile fikri seviyede başlayan bu hareket ilerleyen safhalarda tarikat ehline ve devlete karşı tavırlarında nitelik değiştirmiştir. Tam olarak 17. yy.da İstanbul’da başlayan bu hareket, Türk dini tarihinde Medrese İslam’ı ile Tekke İslam’ı arasındaki rekabetin, diğer bir ifadeyle sufilerle fakılar arasındaki tartışmaların adeta savaşa dönüştüğü dönemi ifade eder.1
Gazali’nin 11.yy.da şeriatla tarikatı uzlaştırmasıyla birlikte, İslam’ın fıkıhla gelişen zahiri ve kuralcı yanı, tasavvufun ruh dünyasına hitap eden batıni ve hoşgörülü esprisiyle hem dengelenmiş hem de zenginleşmişti. Ancak bu denge, özellikle siyasi ve toplumsal kargaşalıklar döneminde yerini sık sık fanatizme terk ettiği zamanlarda bozulmuştur. Kadızadeliler hareketi bu şeriat-tarikat tartışmasını tekrar hortlatmış, Osmanlı toplumunda büyük toplumsal kargaşalıkların doğmasına yol açmıştır.2 Kadızadeliler denilen fakı grubunun karşı olduğu tasavvuf ve tarikatların ayin ve ritüelleri, bid’at tartışmaları içerisinde ele aldıkları konuların başında geliyordu.
İstanbul camilerinde vaiz olarak açtıkları din savaşı, halkı ikiye bölmüştü. İhtilaflı meseleler ortaya atıyorlar ve Peygamber döneminden o güne kadar yapılmış yeniliklerin artık uygulanmamasını istiyorlardı. Özellikle dervişlere ve tarikat ritüellerine devran, sema ve müziğin yer aldığı ayinlere düşmanca bakıyorlardı. Şeriata aykırı olduğunu iddia ettikleri matematik ve akli ilimlerin medrese müfredatından kaldırılmasını istemişlerdi. Kadızadeliler bir kısım halk arasında rağbet görmüştü ama ulemaya pek de uygun gelmemişlerdi.3
Kâtip Çelebi, bid’at (İslami geleneğe mal olmuş örf ve adetler) sorununu tartışırken, başta İbn Arabî olmak üzere mutasavvıfları savunmuştur. Bağnazlığın gerçek tedavisini Fatih zamanında olduğu gibi, akli ilimlerin eğitiminde görmüştü. Mehmed Birgivî’nin tarih ve felsefe okumadığı için örf ve adetlerin toplumsal rolünü anlamadığını ileri sürer. Dini tartışmaları yararlı görmekle birlikte bunu halk değil ulema yapmalıydı. Resmi Osmanlı ulemasının bid’at hakkındaki genel görüşü hoşgörülü Hanefiliğin icma (konsensüs) kavramının dini ve hukuki konulara kaynak olması yönündeydi. Karşılarındaki Birgivî ve fakılar ise Hanbelilerin gelenekçiliğini benimsemişti. Bunlar yüzeysel bir Kuran ve Sünnet yorumunun kabul edemeyeceği her yeniliği İslam’a aykırı görmüşlerdi. Tasavvufa ve din ilkelerinin her türlü batıni yorumuna karşıydılar. Günümüzde İslam toplumlarının modernleşme çabaları bu iki zıt görüşün bir kez daha çatışmasına neden olmaktadır.4
Osmanlı Başkentinde Bağnazlığın Hakimiyeti
Kâtip Çelebi, Doğu’daki medreselerde yetişen kimselerin İstanbul’a gelip bilgiçlik taslamalarından şikâyetçidir. Üstüvani ve Vanî Mehmed Efendi gibi vaizler, İstanbul’a gelip önemli medreselerde bulunmuşlardı. Önceden medreselerde felsefe ile şeriat ilimleri bir giderken sonradan felsefe lüzumsuz görülmüş ve bu da dini ilimlerde gelenekçiliği ve bağnazlığı hakim kılmıştır. Taşköprülüzade, Mevzuatu’l-ulum adlı eserinde “Allah bizi din bağnazlığından korusun” derken, 16.yy.da skolastik ilahiyat ve matematiğin medrese uleması arasında eski itibarını kaybettiğinden ve ilim düzeyinin düştüğünden yakınır. Osmanlı toplumundaki bağnazlıktan bahseden Kâtip Çelebi bile bütün bilimsel araştırmalarında ilk delillerini hep Kuran’da aramıştır.5 Dini bağnazlık, devletin düşünce hayatında matematik gibi akli ilimlere ve tasavvufa karşı gittikçe güçlenen muhalefetle kendini göstermiştir. Bu eğilim günlük hayatta şeriat adına yapılan bütün kaba bağnazlık eylemleriyle gün yüzüne çıkmıştır.
Bu fakılar zümresi, Osmanlı ilmiye sınıfının (ulemanın), molla, imam, vaiz gibi halkla iç içe olan en alt kademesini oluşturur. Kadızadeliler özellikle esnaf tabakaları üzerinde etkiliydiler. Çoğu eğitimsiz, sadece okur-yazar olan bu kesim dine sıkıca bağlı ve dini emirleri ayrıntılarıyla yaşamaya hazır bir topluluktu. Bu bakımdan cami vaazları Kadızadelilerin halka ulaşmaları için çok önemliydi. Onların merkezi camileri olan Fatih Camii’ndeki hararetli ve coşkun vaazları halkta büyük yankı uyandırıyordu. İçlerinden sıyrılan elebaşları, sarayda padişah ve şehzadelere hocalık yapmışlardır.
Kuran ve Sünnet dışında İslam toplumunda benimsenmiş inanç ve adetleri bid’at diye damgalayan, her türlü yeniliğe karşı çıkıp halkı bunlara karşı kışkırtan bağnaz bir grup her dönemde var olmuştur. 16.yy.ortalarında ün salan Mehmed Birgivî bu ulemadandır. Hambeli mezhebini izleyen Birgivi, toplumda yerleşmiş ama İslam’ın ruhuna ve sünnete aykırı gördüğü adet ve alışkanlıkları reddediyordu. Para vakıfları ve toplum hayrına yapılan birçok kamu hizmetinin de aleyhinde idi. Şeyhülislam Ebussuud Efendi, bu vakıfların yasallığını pekiştiren bir fetva çıkarmıştı. Birgivî ise bu fetvanın hatalı olduğunu öne sürerek doğrudan Şeyhülislama saldırmaya başlamıştı. Bu dini düşünce İslam’daki bidat tartışmalarını tekrar alevlendirerek sarayı da etkileyecek düzeyde toplumsal karışıklık ve bölünmelere sebep olmuştur. Dolayısıyla Kadızadeliler, toplumsal değişim ve dönüşümlerin her türlüsüne savaş açarak etkisi altına aldığı güçlü insanlarla devletin kurumlarına da sızmış bir bağnaz hareketi olarak da ifade edilebilir. Onların tartıştıkları konular belli bir sisteme ve düzenli bir programa dayanmamakta, daha çok halk arasında yaygın olan dini inanç ve uygulamalara karşı bir tepki ve tasfiye hareketi şeklinde belirmiştir.
Şeriatı temsil eden Kadızade Mehmed Efendi ile tarikatı savunan o dönemin meşhur Halveti şeyhlerinden Abdülmecid Sivasî (ö.1640) arasında önce fikri seviyede başlayan tartışma, 16 konuyu kapsayan ideolojik bir yön kazanmış, sosyal ve dini hayat yanında devletin ana kurumlarını da etkisi altına alacak gelişmelere zemin hazırlamıştı. Her iki ideolojinin yandaşları, başkentte olsun diğer kentlerde olsun, birbirlerine saldırıyorlardı.
Bu tartışmalar Kadızadelilerin karşı oldukları yeniliklerin neler olduğunu göstermeye kâfidir. Tarikat ayin ve toplantılarına, zikir, sema, devran, musiki, şiir, tekke ve zaviyelere karşıdırlar. Bunun dışında halkın dini inanç ve ibadetlerine yerleşmiş, Hızır inancı, mevlit kandili, cami minareleri gibi süsleme ve şatafatların israf kabul edilip bidat sınıfına sokulması, Kuran ve ezanın makamla okunması, kabir ve türbe ziyareti, matematik ve felsefenin din dışı olduğu için zararlı kabul edilmesi, rasathanelerin büyü ve kehanetle ilişkilendirilip yakılması, Yezid’e lanet edilmesi ve İbn Arabî gibi vahdet-i vücutçu sufilere kâfir denilmesinin fıkhi bir esas kabul edilmesi konuları, bunlar dışında toplumda yerleşmiş tütün ve kahve kullanımı, tavla, satranç oyunlarının haram olması, el-etek öpmenin ve camilerde namazdan sonra musafahanın caiz olmadığı hususları başlıca tartışma konularıdır.
Sufiler de fakihlere ciddi eleştiriler yöneltmişlerdir. Fıkıhla ilgili her şeye ‘ilmü’d-dünya’ gözüyle bakmışlar, ruhu arındırmaksızın yapılan ilmin kuru ve faydasız bir bilgiden öteye gidemeyeceğini savunmuşlardı. Mesela Kadızadeliler toplumda yerleşmiş adet ve inançları haram ve bidat sayarken, devlet katında yapılan bazı işler karşılığında alınan paranın rüşvet değil ücret olduğunu öne sürmüşlerdi.6
Kadızadelilerin bağnazlıklarından örnekler veren vakanüvis Mustafa Naima Efendi, bunların, başlangıçta dünya malına aldırış etmeden sade bir hayat yaşadıklarını, ancak siyasi sahneyi ele geçirince kendilerini din yolunda gösterip her türlü entrikaya tevessül ettiklerini, sarayda işlerinin yürümesi için rüşvet almayı meşru gördüklerini yazar. Ona göre Kadızadeliler, pozitif bilimleri yasaklayan, İslam’ı kolaylaştırıcı ve birleştirici değil, her şeyi belirleyen ve zorba bir din gibi yaşatmaya çalışan bir softa ve bağnaz hareketi olarak ön plana çıkmıştır. Elebaşları kürsülerde vaaz ettikleri telkinlerin hiçbirini uygulamadan lüks içinde yaşarken halka şatafat ve israftan kaçmayı nasihat ettiler. Sarayda sultanların sofrasında mükellef ziyafetlerde bulunurlar ama halka gelince sünnet diye elle yemeyi telkin ederler. Kadın eline dokunmayı haram sayarken, yetiştirdikleri oğlanlarla ilişkiye girmekten çekinmezler. Üstelik yaptığı ahlaksız fiili görmezken, küçük çocuğun bacağındaki ipek donun haram olduğu için, vücuduna temasından şikâyet edecek kadar mutaassıptırlar. Sünneti, Peygamberimizi örnek almak değil de taklit etmek olarak algılamışlar, İslam’ı da aynı şekilde tahkiki (bilerek araştırarak) değil de taklidi bir imanla yaşamışlardır. Peygamberimiz zamanında don olmadığı için peştamal kuşanması gerektiğini vaaz eden bu zihniyet, Sünnet olan şeyin misvak değil, ağız ve diş temizliği olduğunu anlamayacak kadar avamdırlar. Camilerde tespih çekilmesine karşı olmalarına rağmen misvak ve tespih ticaretini mübah görürler. Kısaca, Kadızadelilerden görünüşleri abid ve zahid fakat içleri fasık ve iğrenç birçok riyakâr adam bulunduğunu ve bunların her türlü ahlaksızlıkları yaptıkları nakledilir.7
Bu fıkhi ve sosyal tartışmalar camilerden saray meclislerine kadar sıçramıştı. IV. Murad’ın bulunduğu mecliste bile bazı yasaklar tartışılmıştı. IV. Murad, çocukluk çağı sona erdikten sonra padişah olarak iktidarını pekiştirmek için İslam’ın savunucusu görünerek fakıların desteğini kazanmayı denemiştir. IV.bMurad, İstanbul’da asayişi sağlamak ve Kadızadelileri denetim altına almak için kahvehane, sigara ve toplantılara yasak getiren siyasetine uygun fetvalar veren Kadızade Mehmed Efendi’yi Ayasofya vaizliğine terfi ettirmiş, yasaklara uymayanları ağır şekilde cezalandırmıştır. IV. Murad, fakılar ile sufiler (şeriat-tarikat) arasında hep bir denge kurulmasını sağlamaya çalışmıştır.8
Kadızadelilerin öncüsü olan bir grup bağnaz molla bürokraside etkili olduklarından kendileriyle aynı düşüncede olmayan aydınların baskı altına alınmalarına hatta idamlarına yol açarak pek çoğunun kaçmasına neden oldular. Fikir tartışmalarında fazla başarılı olamayan Kadızadeliler, sadrazamdan aldıkları güç ve şeyhülislamın da onayıyla şiddete başvurmaktan çekinmiyorlardı. Her yeniliği bidat diyerek dine zarar telakki eden bu vaizler, zihniyet itibariyle kendi inanış biçimleri dışındakileri tasfiye edip kâfir ilan eden bir bağnaz hareketidir. Sıkıştıkları anda tekfir silahını kullanarak, karşısında duranları küfürle suçlamaktan çekinmiyorlardı. Vaiz kürsülerinden halkı tahrik ederek gerek halk arasında ve gerekse ulema ve tasavvuf erbabı arasında büyük korku ve baskılara sebep oluyorlardı. Toplumsal huzursuzlukların, kötü alışkanlıkların, devletteki yolsuzlukların tek çaresinin şeriat olduğunu öne sürerlerken, dönemin popüler tarikatları Halveti ve Mevlevileri aşağılıyor, dergâhların müdavimlerini küfürle suçluyorlardı. Birgivi ve Kadızade Mehmed Efendi’nin ölümünden sonra da Kadızadeliler, İslamiyet’i zedeleyen bid’atların çoğunun tarikatlar tarafından çıkardığına inanıyorlardı. Yasakçı bir zihniyetle toplumu germesi ve toplumsal bölünmelere sebep olması, devletin en üst kademelerinde etkili olması, nihayet siyaseti (saray ve saltanatı) dizayn etmeye çalışması, bu hareketi devletle karşı karşıya getirmiştir.
Kadızadelilerin Sonu
Dinde hassas ve mutaassıp küçük bir kitle olan Kadızadeliler, saraya nüfuz etmeye başlayınca daha da tehlikeli olmaya başlamışlardı. Bu fakılar ve vaizler zümresini, 17.yy.da sosyal, dini ve kültürel alanda gittikçe alevlenen ve devleti de etkisi altına alarak çağdaşlaşmayı önleyen bir akımın temsilcileri olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Kadızadelilerin en etkili halefi Üstüvani Efendi’ydi. IV. Mehmed döneminde ulema atamalarını denetim altında bulunduruyor, en çok parayı vereni terfi ettiriyordu. Kadızadelilerin hoşgörüsüzlüğünden padişahlar bile sorunları çözmede güçlük çekiyorlardı. Tekkeler kapatılıp da dervişler hapse atılınca halk da umutsuzluk içinde, bu huzursuzluktan kendi çıkarlarına yararlanmak isteyen Celali İsyancıların himayesine giriyorlardı. Ünlü Celali eşkıyası Abaza Mehmed Paşa’nın bile tarikat şeyhi vardı. Ayasofya Camii’nde bir direğe yaslanarak vaaz verdiği için üstüvani lakabı takılan Üstüvani Mehmed Efendi (ö.1661), padişahın Has Oda’sına kadar girmiş, vaazlarını vermesi için kürsü koydurtmuş, halk arasında ‘saray şeyhi’, ‘padişah hocası’ diye anılmıştı.
Özellikle Kadızade Mehmed Efendi tarafından yönetilen ulemanın ileri gelenleri arasında giderek artan bağnazlık Kuran’ın kesin kurallarına uymak maskesi altında padişahı ve halkı dar bir din kavramı içinde kalmaları için etkiliyorlardı. Dini vakıfların pek çoğunun yönetimleri ellerinde olduğu için büyük bir servet sahibi olan Kadızadeliler, rüşvet dağıtarak güçlerini sağlamışlar ve impluk halkını kendi istekler doğrultusunda çıkartılan yasalara uymak zorunda bırakmışlardı. Bunlar valide sultan, akağalar ve pek çok harem kadını, kapıcılar ve bahçıvanlar aracılığıyla sarayda etkili olmuşlardı.
Kadızadelilerin saraydaki nüfuzu, 1656 Çınar Vakası’na kadar sürdü. Aynı tarihte geniş yetkilerle sadaret makamına getirilen Köprülü Mehmed Paşa (ö.1661), tayinlerde ulema ve fakılara danışmaktan vazgeçti. Bunun üzerine Kadızadeliler son bir hamle ile vaiz kürsülerinde halkı tahrik ederek devletin yaşadığı siyasi ve iktisadi bunalımlara sebep olarak, bid’atların artmasından ve tarikat ehlinin kayırılmasından kaynaklandığını ileri sürdüler. Selatin camilerinde tek minare dışındaki minareleri yıkmaya, tekkeleri yakmaya, dervişleri öldürmeye, onları himaye edenleri dahil hepsini tecdid-i imana davet etmeye, padişaha çıkıp bid’atları kaldırmak için izin istemeye kadar çeşitli teşebbüslere giriştiler.
Fakılar, 1656’da İstanbul’da tekkelere bir saldırı düzenleyip genel bir kıyımla dini sapkınlığın köküne darbe vurmayı planladıklarında, destekçilerinden çoğu medrese öğrencileri ve esnaf idi. Bu plan, bardağı taşırmış nihayet devletin içerisinde bulunduğu siyasi ve sosyal buhranlara son vermek isteyen veziriazam Köprülü Mehmed Paşa, bunları ortadan kaldırmaya karar vermişti. Devrin önemli alimlerinden Kadızadeliler aleyhinde fetva almış, onların bir fitne grubu haline geldiğini tespit ederek padişahtan katli fermanını da istemişti.
Ulemayı da arkasına alan Köprülü, Kadızadelilerin mallarına el koydu. Başta Üstüvani olmak üzere Türk Ahmed, ve Divane Mustafa gibi hareketin liderlerini yakalatıp Kıbrıs’a sürgüne gönderdi. Böylece senelerce toplumu geren, saraya ve padişaha istedikleri her şeyi yaptırmaya muvaffak olan Kadızadeliler hareketi kısa süre sonra sönüp gitti.9
Bu hareket, Anadolu’da yayılmış olmamakla birlikte son mühim temsilcileri, Fazıl Ahmed Paşa’nın Erzurum valisi iken etkisinde kaldığı Vanî Mehmed Efendi (ö.1685)’dir. Fazıl Ahmet Paşa İstanbul’a atanınca, bu vaizi Edirne’ye getirtmiş, oradan İstanbul’da IV. Mehmed’in ve şehzadelerin hocalığına kadar yükselmişti. Hünkâr vaizi Vanî Mehmed Efendi diğer Kadızadeliler gibi taşralıydı. Damadı ve oğullarını da şehzade hocalığı ve müderrislik gibi görevlere getiren Vanî Efendi, saraydaki nüfuzunu kullanarak örfi vergileri bidat olduğu gerekçesiyle kaldırtmıştı. 1683 yılındaki Viyana kuşatmasına ordu vaizi olarak katılmıştır. II. Viyana kuşatmasına da taraf olarak padişahı ikna edenler arasında bulunan Vanî, neticede yaşanan hezimetten payını almış, gözden düşerek o da sürgün edilmişti. Kadızadelilerin düşüncelerine benzer görüş inanç ve tutumlar devam etmiş olsa da üç önemli liderden sonra bu hareketi yönlendirecek kabiliyette yeni bir lider çıkmamıştır.
Sonuç
Kadızadeliler hareketi, Türkiye tarihinin en tutucu ve bağnaz softa hareketlerinden biri idi. Hareketin elebaşlarının en önemli özelliği, usta birer hatip olmaları idi. Dini konularda bilgileri zayıf ancak sesleri gür, devleti ve toplumu yıllarca saçma şeylerle oyalayan cahil cesurlardır. Dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan bu güruh, dillerine persenk ettikleri Kuran ve Sünneti kavramaktan uzak, İslam’ı özünden ziyade yüzeysel bir bilgiyle anlayıp, kısır görüşlerini pratiğe dökmüşler, halkı ve hatta saray mensuplarını da fikirleri etrafında toplamışlardı. Onların fikirlerinin odak noktasını, bid’at tartışmaları ekseninde yüzyıllardır devam eden kısır döngüler oluşturmaktadır. Hayatın olağan akışı bu tartışmaların çoğunu kendiliğinden ortadan kaldırmıştır.
Osmanlı ilmi çalışmaları, geleneksel İslami anlayışla sınırlıydı. Gerçek, Kuran ve hadislerde aranmalıydı. Akıl, din hizmetlerinde sadece bir tamamlayıcıdır. Bu gelenek İslam’da serbest düşünceyi sınırlamıştır. Müslüman düşünürlerden yenilik yapmaya çalışanların akıbeti genellikle hüsranla sonuçlanmıştır. Kuran ve sünnetin dışında her türlü İslami geleneği reddeden ilk tasfiyeci olan Birgivî Mehmed Efendi’den günümüze kadar bu dini ve toplumsal sorun gündemdeki yerini korumuştur. Birgivî’nin tarih ve felsefe okumadığı için örf ve adetlerin toplumsal rolünü anlamadığı anlaşılmaktadır. Hayat dinamiktir ve buna paralel olarak toplumsal hayat da evrim kanunlarına göre cereyan etmektedir. Dolayısıyla dini tartışmalar, halk tarafından değil de, Arapçayı bilen ulema tarafından yapıldığı sürece her zaman yararlı olacaktır. Bugün de İslamiyet’i toplum hayatından ayrı düşünerek, Türk-İslam toplumunun yüzlerce yıllık kültür birikimini bir tarafa bırakıp toplum mühendisliğine soyunanlar hataya düşmüşlerdir. Tarih göstermektedir ki, halkın dini inançlarını dizayn etmeye çalışan hükümetler, kendilerini dizayn etmek zorunda kalmışlardır. Bu toplumun kendi geleneklerinden getirdiği inanç şekilleri olan tarikatlara kilit vurmaya çalışanlar, tarikatların form değiştirerek cemaat, vakıf, stk vb. adlar altında daha güçlü örgütlenmelerle ortaya çıkmalarına sebep olmuşlardır. Dolayısıyla dini konularda tasfiye, reform, güncelleme vs. yaklaşımlarla müdahil olanların sebep olacakları sosyal sarsıntıları hesap etmelidirler.
Kızılbaş tehditlerine karşı olduğu gibi, dinde tasfiye ve bid’at gibi tartışma konularına Osmanlı yönetiminin tavrı, çoğu Hanbeli olan bu zihniyete karşı, şer’î sistemini, icmaa (toplumsal konsensüse) önem veren Hanefi ulema sınıfına yazdırdığı fetva ve risalelerle güncelleyerek karşılık vermek olmuştur. Siyasi ve toplumsal bunalım zamanlarında ise örfi-sultani hukuk sistemini (yasag-i padişah) işleterek en sert tedbirleri almaktan çekinmemiştir.
Sonuç olarak devlet, dini, din de devleti dizayn etmek yerine din-devlet ilişkileri yeniden dizayn edilmelidir. Devlet, dini kurumları radikalleşmeye itmeden denetlerken, din ve düşünce özgürlüğü konularında daha serbest ve liberal yasalar üretmelidir. Aksi halde bağnazlık, İslam’ın, şiddet ve terörle anılmasına sebep olmaya devam edecektir.
Dipnotlar
1 A.Y.Ocak, “17. yy.da Osm. İmp.da Dinde Tasfiye Teşebbüslerine Bir Bakış Kadızadeliler Hareketi”, Türk Kültürü Araştırmaları, XVII-XXI / 1-2 (1983), 208-226. 2A.Y.Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yay., İst. 2002, s. 58; ayrıca geniş bilgi için bkz. Selahattin Döğüş, Türk Düşünce Tarihine Bir Bakış, Ukde Yay., K.Maraş 2009, s. 84-85. 3Halil İnalcık, Osmanlı İmp. Klasik Çağ (1300-1600), YKY, İstanbul 2003, 192. 4İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), YKY Yay., İst. 2003, s. 193. 5Katib Çelebi, Fezleke, II, 124. 6Semiramis Çavuşoğlu, “Kadızadeliler”, 24. cilt, TDVİA, s. 101. 7Naima Tarihi, C.III, 163; İ.H.Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III. Cilt, TTK Basımevi, 1988, s. 365-366. 8A. Yaşar Ocak, a.g.m., s. 224. 9İnalcık, Osm. İmp. Klasik Çağ, s. 192; S. J.Shaw, Osmanlı İmp. ve Modern Türkiye, E yay, . C.I, İst. 2008, 257.
Kaynakçalar
Çavuşoğlu, Semiramis, “Kadızadeliler”, TDVİA, 24. cilt. Döğüş, Selahattin, Türk Düşünce Tarihine Bir Bakış, Ukde Yay., K.Maraş 2009. İnalcık, Halil, Osmanlı İmp. Klasik Çağ (1300-1600), YKY, İstanbul 2003. Kâtip Çelebi, Fezleke, II. Cilt. Mustafa Naima Efendi, Naima Tarihi, C.III. Ocak, A.Yaşar, “17. yy.da Osm. İmp.da Dinde Tasfiye Teşebbüslerine Bir Bakış Kadızadeliler Hareketi”, Türk Kültürü Araştırmaları, XVII-XXI / 1-2 (1983). Ocak, A.Yaşar, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yay., İst. 2002. Shaw, J. Stanford, Osmanlı İmp. ve Modern Türkiye, E yay., C.I, İstanbul 2008. Uzunçarşılı, İ.Hakkı, Osmanlı Tarihi, III. cilt, TTK Basımevi, Ankara 1988.
Comments